7 Ağustos 2014 Perşembe

BAB-I ESRAR- Ahmet Ümit




Everest Yayınları
394 sayfa

                   Daha önce Ahmet Ümit okumamıştım, Bab-ı Esrar'la başlayayım dedim, iyi de etmişim.
              
              Kahramanımız Karen Kimya Greenwood, Konyalı sufi bir baba ile İngiliz bir annenin kızıdır ve İngiltere'de bir sigorta şirketinde eksper olarak çalışmaktadır. Babası, Karen 12 yaşındayken onları terk etmiştir. Babasız büyümenin acısını yıllarca içinde taşıyan Karen 3 milyon poundluk bir iş için Konya'ya gelir ve Mevlanalı Şemsli bir hayal alemine geçişler yaparak babasını, ilişkisini,hayatı sorgulamaya başlar. Kitapta bir cinayet de vardır ama o gayet küçük bir ayrıntıdır. Ahmet Ümit'in polisiye yazdığını okuduğum için polisiye bir şeyler bekliyordum ama öyle olmadı.

               Kitapta bol mistik öğeler, masalsı bir anlatım var, bölümler arası geçişler çok akıcı, Karen'in gerçek hayattan hayal alemine geçmesi çok güzel kurgulanmış ki bana Nar Ağacı'nı hatırlattı. 

              Yalnız Şems'in, Karen'in bebeği hakkındaki yorumlarını çok sıradan buldum, orda sanki büyü bozuldu, sanki alelade bir insan yorum yapıyordu.

           Ne yalan söyleyeyim Elif Şafak'ın Aşk'ı popüler olunca mı böyle bir kitap yazmış yazar diye düşünmedim değil ama araştırınca gördüm ki Bab-ı Esrar 2008, Aşk ise 2009 yılında basılmış. 

         Kitapta altı çizilesi çok yer vardı ancak ben bir tanesini alacağım buraya.

             "İnsanlar büyüyünce hislerine duydukları güven azalıyor. Görmedikleri, dokunmadıkları, işitmedikleri, koklamadıkları, tatmadıkları şeylere inanmıyorlar. Hayal kurma yeteneğini kaybediyorlar. Mucizelerin gerçek olamayacağını düşünüyorlar." (sayfa 193)

           Önceleri geçmek bilmeyen zamanın şimdi nasıl da koşturarak akıp gittiğini hayretle izlediğim; çocukluk yıllarımın gamsız, saf, mutlu günlerine özlem duyduğum şu zamanlarda beni çok hüzünlendirdi bu cümle...Ve artık hayal kurmadığım gerçeğini hatırlattı bana...Ben de büyüdüm artık dedim ve içim acıdı...Bir an önce büyümek istediğim yıllar nasıl oldu da bu kadar çabuk geçti ve ben çocukluğuma özlem duyar hale geldim hala şaşırıyorum. 30'dan sonra bir haller oldu bana sankim:) Daha mı duygusal oldum ne?!

        Neyse efenim Ahmet Ümit'in tarzını sevdim, diğer kitaplarını da listeme ekleyeceğim bundan böyle.

          Kitap Tanıtımından:
Kayıp babasıyla doğacak çocuğu arasında kalmış bir kadın... Hayatın anlamını arayan bir insan: Karen Kimya... Kapıları sırlara açılan bir kent... Sırların mucizelere dönüştüğü geceler. Mucizelerin hakikat sayıldığı zamanlar... Yedi yüz yıl öncesinden gelen bir fısıltı... Aşkı sadece aşkla tartanların ıtırlı soluğu... Ölümün yok edemediği bir sevda... Yıllara direnen bir sevgi; Şems-i Tebrizi ve Mevlâna Celaleddin-i Rumi... Günümüzden yedi yüz küsur yıl öncesine uzanan gerilim dolu, heyecan yüklü, mistik bir serüven...

"Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye... Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya...

Taşta kan vardı. Bahçede ürkütücü bir serinlik. Cinayetin tek tanığı dolunaydı. Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.

Taşta kan vardı. İnsanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet..."

1 Ağustos 2014 Cuma

FERAYE- Naşide Gökbudak

     


332 sayfa
Nemesis Kitap


         Feraye, nisan ayında okuduğum kitaplardandı. Naşide Gökbudak'ın da ilk okuduğum eseri. 

       Kitabımızda olaylar Birinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Kahramanımız Feraye çok güzel bir genç kızdır, evlilik hayalleri kurduğu bir genç vardır ama komşunun oğlu Konstantin de kendisine aşıktır. Feraye'yi elde edebilmek için de her şeyi yapabilecek biridir. Daha fazla detaya girmiyorum, hikaye çok tahmin edilebilir aslında... Okurken de çok heyecan duymadım o yüzden, hatta biraz sıkıldım. Kitabın dili gayet sade ve çok kolay okunuyor. Türk filmi tadında bir kitaptı. 
        
        Yazarın eserleri üzerine yapılan yorumları araştırırken kurgu hatalarından bahsedildiğini okumuştum; benim de takıldığım tek nokta, bir yerde Feraye'nin "başım ağrıyor bir Gripin alıp yatacağım" tarzındaki bir cümlesi oldu. Okurken işaret koymamışım, şimdi de hangi sayfadaydı bulamadım:( O yıllarda gripin mi varmış ki dedim. Nitekim öğrendim ki gripin 1935 yılında üretilmeye başlanmış. 
      
      Yazar 65 yaşında yazmaya başlamış ama 17 kitabı var. Maşallah dedirtti bana. 
         
       Ve kendini şöyle anlatmış:
   "Hüviyet cüzdanıma göre 01/01/ 1936 yılında, ailemin kaydına göre 23 Eylül 1937 de bağ bozumu mevsiminde Elâzığ’ın Perçenç (Şimdiki Akçakiraz ) köyünde doğmuşum. Hüviyet cüzdanındaki kayıtlara bakılırsa, bütün köy çocukları, Noel Baba tarafından yeni yılın ilk ayında getirilmişti. Aslında o devirde Noel Baba doğu illerine hiç uğramazdı. Nasıl olmuşsa olmuş. Ben de pek anlayamadım. Henüz bebekken şehir merkezine taşınmışız. Köyü ve toprağı bırakan babam, başka bir mesleği de olmadığından, bizleri çok zor şartlarda büyüttü. Tabii anneminde yardımı ve desteği ile. Bize veremedikleri ekonomik rahatlığı, sevgi ve ilgileri ile veriyorlardı. Daha küçük yaşlarda , kendimi güzel ifade etmemle dikkati çekiyordum.

Orta okul ve lise boyunca, Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimin gözdeleri olmuştum. Okul gazetesinde , mahalli gazetelerde yazılarım çıkıyor, yazı göndermem için boş sütunlar bırakıyorlardı. Lise Edebiyat öğretmenim tarafından “KÜÇÜK HALİDE EDİP” diye isimlendirilmiştim. Lise çağlarında şiir yazmaya başlamıştım. İdealim, Siyaset bilimi okumak ve tabii roman yazmaktı. Ekonomik sebeplerden dolayı bunu başaramadım. Hukuk fakültesine girdim. Ama yine aynı sebeplerden ve şartların daha da ağırlaşmasından dolayı, fakülteyi bitiremedim. Evlenmiş, iki kız çocuğu sahibi olmuştum. Eşim bazı konularda çok açık fikirli, bazı konularda da tuhaf bir tutuculuk içindeydi. Bu baskıya, çocuklarımı istediğim gibi yetiştirmek gayreti de eklenince, kendi ideallerimi bir tarafa bırakmak zorunda kaldım. Çocuklarımı ve torunlarımı büyüttükten sonra, bir karmaşa içinde uçarak geçtiğim senelere göz attım. Kendim için hiçbir şey yapmamıştım. Ve yazmaya, her şeye rağmen yazmaya karar verdim. Yaşım 65 idi. Ne kadar zamanım olacaktı? Bunu bilemiyordum. Ama yazacaktım. (Gerçi daha evvel gizlice yazdığım ama yayınlatmadığım bir romanım vardı. İlk romanımın belli bir çizgiyi tutturmasını ve edebiyatta bir yeri olmasını istiyordum) Böyle bir roman için hikâyem de hazırdı. Yaşanmış çok güzel bir hikâye, tarihi zaman, sosyal olaylar açısından da çok özel ve çok güzeldi. Bana da en güzel şekilde anlatmak düşüyordu.

Böylece ilk romanım SIDIKA HANIM’ı yazdım. Çok ses getirdi. Bu konuda söz sahibi olacak, bir çok kişinin iddiasına göre, “yabancı ve yerli tüm romanlar arasında ilk on sıranın içinde” yorumu yapıldı. O günden beri hızla yazmaya devam ediyorum. Kaybettiğim zamanı telafi etmek, biriktirdiğim hikâyeleri ve tecrübelerimin bana verdiği dersi, tüm dünya ile paylaşmak için.
İki kızım üç torunum var. Eşimi kaybettim. Tek başımayım ama yalnız değilim. Yarattığım roman kahramanları ile , geniş bir çevrem var. Beni anlıyorlar. Ben de onları anlıyorum ve seviyorum."

         Kaynak: www.nasidegokbudak.com


          Kitap Tanıtımından

    "... Yüzbaşı kollarını iki yana açıp ayağını yere vurarak, zeybeğe başladı. Daha ilk hareketi ile çok erkeksi ve çok efece bir oyun oynadığı belli oluyordu. Feraye şaşkın, öylece Yüzbaşı’yı seyrediyordu. Yüzbaşı bir adımda onun yanına yaklaştı ve yavaşça "Hadi küçük kız, başla. Herkes bize bakıyor," dedi. Feraye, utana sıkıla çevresine bir göz attı. Kendilerinden başka oynayan kimse yoktu. Gerçekten de herkes nefesini tutmuş, onlara bakıyordu. Feraye de kollarını kaldırdı. Müziğe ve Yüzbaşı’ya uymaya çalışıyordu. İlk bir iki dakika bocaladı. Sonra, sanki çevresindeki herkes yok oldu. Yüzbaşı’nın gözlerinden, kendisine doğru bir alev akıyor gibiydi. Başka bir tarafa bakamıyordu. Birbirlerine kilitlenmiş ve uyum içinde; Yüzbaşı erkekliği, kahramanlığı ve tutkuyu, Feraye de kadını ve zarafeti anlatan hareketlerle oynuyorlardı... Ne zamandan beri bu haldeydiler, kendileri de, seyredenler de farkında değildi. Müzik devam ediyordu. Belki de ikinci veya üçüncü tekrarıydı."


    İşgal altındaki bir ülke... Ellerinde silahları, ayaklarında çarıkları olmadan; yüreklerindeki vatan aşkı ve hürriyet sevdasıyla cepheye koşan kahraman bir halk... Ve bu savaşın tam ortasında, kan ve göz yaşıyla filizlenen bir aşkın tutku dolu hikâyesi... 


       "Feraye"; Naşide Gökbudak’ın eşsiz anlatımı ve yaşanmış hikâyelerden yola çıkılarak hazırlanmış